Sayfalar

22 Mayıs 2013 Çarşamba

UYARLAMAK İSTEDİKLERİMİZ KARŞISINDA UYDURAMADIKLARIMIZ(1)

Hayatımızda bizleri etkileyen süper kahramanlarımız olmuştur.Bunlar çocukluğumuzdaki acemiliğimizin vermiş olduğu ve dünyayı yeni tanımaya başladığımız zamanların hayalini oluşturduğumuz, bizi koruyup kolladığına inandığımız en yakınımızdaki aile bireylerimiz her birimizin kahramanı olmuştur.Belkide..Artık hayal gücümüzün kabuğa sığmadığı zamanlarda, televizyonun nimetlerinden yararlanma yoluna geçmişizdir. Ebeveynlerimizin medyanın dünya ve ülke içi siyasi oyunlarını izlediği akşam vakitlerinin birer kabus, sabah kuşağındaki çizgi filmlerin bizler için ne kadar değerli olduğu vakitleri ara sıra düşündüğünüz bence aşikardır.Beyaz perdeye aktarılış ve diğer babayiğit sevgili jenerasyonumun izlediği Süperman,Batman,Demir Adam,Spiderman,Hulk gibi çizgi roman karakterleri ve çizgi filmleri ele almak için nacizade fikirlerimi sunacağım.


Marvel ve DC yapım şirketlerinin ürünü olan bu kahramanlar oldukça kült kahramanlardır.Özellikle Marvel karakterlerinin bir çoğunun Hulk,İron Man,Thor,Kaptan Amerika’nın Stan Lee’nin elinden çıktığını belirtmek gerekir(ayrıca Stan Lee filme uyarlanan birçok eserinde figuran görevi görmüştür).

Stan Lee

Şunu da belirtmek gerekirse Stan Lee ‘nin 1942’de A.B.D’nin İkinci Dünya Savaşına girdiği sırada erkekleri savaşa yazılmaları konusunda cesaret vermesi açısından Kaptan Amerika(Yüzbaşı) yaptığını bilmekteyiz.Bu da gösteriyorki televizyonun olmadığı bir dönem olması, sinemanında kitleleri etkilemek açısından yeterli olmamasından dolayı çizgi romanları piyasa sürülmüştür.

Kaptan Amerika Hitleri Tokatlıyor

Yapımcılar ve senaristler ise yeri gelir yeni oluşturulmuş hikayelerle yeri gelir değiştirme yapmaksızın beyazperdeye aktarırlar süper kahramanlarımızı.Spider-man filminde Peter Parker’ın amcası Ben Parker’ın sözünden yola çıkarak açıklamak gerekirse’Büyük güç büyük sorumluluk gerektirir’. Peki sadece süper güçlere sahip kahramanlarımızın mı olmak zorunda kaldıkları bir durumdur güçlerine sahip çıkmak? Çizgi romanlarında ve çizgi filmlerinde bütün çocukluk anılarımızın ve hayal dünyamızı geliştiren kahramanlarımızı ne kadar iyi sinemaya uyarlıyorlar?

İlk üzerinde durmak istediğim süper kahramanımız ‘Hulk’ olacak. Hepinizin neyin üzerinde duracığımı tahmin ettiğinizi biliyorum. Bu kahramanımız Hollywood’un en istikrarsızlarından biri.2003’te Ang Lee’nin çektiği ilk filmin hatırı sayılır bir oyuncu kadrosu vardı. Eric Bana, Jennifer Connelly gibi oyuncuların hayat verdiği film, uyarlama filmlere yapacağım eleştirilerinin en iyi örneği. Hulk aslında Bruce Bunner adında ordu için Kaptan Amerika’dan sonra süper güçlü asker projesinin doktorlarından biriydi. Ama kör talih yanlışlıkla onu yapmak istediği kapsüle kendisini düşürerek onu ilk denek yapmış ve mutasyona uğratmıştır.Stan Lee ve Jack Kirby  Hulk’ın Frankenstein’tan alıntı yapılarak yazıldığını söylenmiştir.Nitekim de öyle olmuştur mutasyondan hemen sonra doktorlar’Aman Tanrım bir canavar yarattık’ diye zılgıt çekmişler Bruce Bunner'ı hedef tahtasına oturtmuşlardır.Bundan sonrası daha acıdır ki sevgilisinin general babası tarafından ele geçirilip galiba çeşitli işlerde kullanılmak üzere yakalanmak istenen hiç yerinde olmak istemediğimiz birisine dönüşmüştür. İnsanlardan uzak bir hayat yaşama telaşına düşmüş fakat gaddar kayınpedirinin onu rahat bırakmaması yüzünden diken üzerinde hayatını idame ettiren birisidir artık.

Deviz diye sevemiyecekmiyiz?

Şunu bilmek gerekir ki diğer süper kahramanlar gibi bu işe isteyerek giren bir adam değildi hatta bu süper güçlerinden kurtulmak istiyordu. Spiderman olan Peter Parker sevgilisi Mary Jane’nin yanında istediği kadar durabilir kostümüyle gezebilirdi veya Tony Stark sevgilisi Pepper ve cümlealemin karşısında zırhıyla durabilirdi çünkü onlar yapmak istedikleri kendi tasarladıkları kostümleri giyiyorlardı bunlar övünç kaynaklarıydı onlar için Amerika’yı ve Dünya’yı düşmanlardan uzak tutmakta böbürleniyorlardı. Bizim mazlum Hulk’ın ise dönüştükten sonra sadece altında kalan yırtık pantalondan başka alternatifi yoktu.Burada süper kahramanların karizmalarının da devreye girdiğini söyleyebilirim. 

Bruce Bunner’ın Hulk  formuna dönüştükten sonra neredeyse bir dağ trolüne benzemesi yüzünden insanlar tarafından iğreti görülmüştür.(aslında her defasında Amerikan halkının götünü kurtardığını söylemek gerekir) Artı olarak da Hulk bilinçli olarak dönüşen ve dönüştükten sonra ne yapacağını bilen biride değildi.Bu akıl kaybına uğrama konusuna girecek olursak diğer Marvel karakterlerinden Fantastik Dörtlü’nün Ben Grimm’de gördüğümüz mutasyon sonucu taş adama dönüşmüş olmasına rağmen kendisinin akıl melekelerini kaybetmediğini görmekteyiz(ancak onun handikabı tekrar insan bedenine dönememesi).Mesela başka bir örnek ise Spiderman filmindeki Norman Osborn’un kendisine serumu enjekte ettikten sonra gücünü kendisi kontrol etmesine ve insan formunda olmasına rağmen hırslarına engel olamamasından dolayı kötü bir karakter olarak kalması.Aslında bu verdiğim örneklerin çoğunu diğer Marvel yapımlarında da görebilirsiniz ben sadece isim verdim. Marvel yapımları karakterlerin güçlerinden çok onları niçin kullandıklarına bakıyor diyebiliriz.

Son on beş yıldaki  ilk Hulk filmini değerlendirdikten sonra 2008 yılında çekilen diğer film, The İncreble Hulk filmini gördükten ilk çekilen filme göre nispeten daha iyi bir film diyebilirim.Karşımıza bu sefer Edward Norton,Tim Nort ve Liv Tyler(bana kalırsa kendi yaşadığım dönem itibariyle Hollywood en güzel kadınlarında biri) gibi ünlüler filme hayat veriyor.Bu filmden ufak bir detay vermek gerekirse ileriye dönük seneristlerin yaptığı ufak bir hata dikkatimi çekmedi değil. Marvel kahramanlarıyla Avengers ekibini kuran Nick Fury(Samuel L.Jackson)nin yerine Tony Stark(Robert Downey jr.) ın bu işe giriştiğini kısa bir dipnot olarak vermek gerekir. 

Liv Tyler(çilek yemenin miladı)

2012 yılındaki The Avangers filminde Yeşil Dev karakterini Mark Ruffalo canlandırıyor.Aslında burada da asıl problem yine ortaya çıkıyor Hulk filmde nasıl olmalı.Dönüşmeden önce kendini insanlardan sakınan dünya işlerinden elini etiğini çekmiş biri mi yoksa gücüne sadece salt gücüne muhtaç olunan biri mi?Hulk’ı ilk etapta Avengers ekibine almanız bir şey değiştirmez ki adam dönüştüğü zaman idealleri olmayan birisi ama Bruce Bunner halinde gayet işinde gücünde olan bilimsel deneyler peşinde koşan bir adam.Ki filmde de bunu görmek mümkün Avengers filminde yapılamayan en büyük ayrım ilk Hulk’a dönüştüğü sahnede neye saldıracağını bilemeyen Hulk filmin sonunda gayet ekibin bir elamanı olarak görev ve sorumluluklarının bilincindeydi.

Hulk diğer afişe göre daha öndeydi

Velhasıl üç filmde de incelemeye çalıştığımız Hulk filmi, yönetmenlerin ve senaristlerin yorumlamasından oldukça uzak sadece sinemasal olarak görsel yönden izleyiciye bir şeyler gösterme çabasına girilmiştir.İşte bu yüzdendir ki Hulk beyaz perdede oyuncusuyla özdeşleşemeyen bir süper kahraman(bundan haberi yok tabi) olarak dünya sinema tarihine geçmiştir.Gelecek yazımda diğer süper kahramanları ele almak üzere(Nolan’ın çektiği Batman üçlemesi hariç)…

Fight Club 1999 - Bir Psikonevrotiğin Kütleçekimi

Abuk halka, sabuk direğe. Ne kadar da farklı yorumluyorsunuz? Ne kadar da ahmaksınız? Nasıl insanlarsınız siz? Etkinin arz-talebini yorumlarken, ihtiyaçlara, ritüellere, çarelere yeni yollar arıyor kimileri. Ayırıyor zamanının görece bölümünü. Sıralamakta uzmanlaşmaya çalışıyorken karakterli olanlar, lego görevi gördüklerinin farkında olmalılar; yalnız amaca hizmet edebiliyor olmak ancak amaçtan uzaklaşmak kadar ihtiraslı olana dek. Defalarca 'anahtar' kelimesini tekrarlıyor yanımdaki herhangisi. Ne işe yarar ki bu anahtar? Sanırım anlıyorum galiba. Önce bir dükkan açmalıyım. Anahtar, milli menteşe ile sürgülü kapının kilidi ile uyum sağlamalı. Anahtarım olmalı ki, markası önemli değil, bir bölüğü idame ettirebilecek, bir tamı bölebilecek karakteristikte yoğurmalıyım etrafımı. Habitatım olmalı önce. Sürüyü peşine takana dek geçerli bu biraz da, elektroliz ile ayırmalı kimyasalları. Yanımdaki akıl verenim, yalnızca bunları fısıldamıyor. Ölçüyor, biçiyor, mimarisini tasarlayan yeni yetmeler ağızları kulaklarında takip ediyorlar yapımı. Ta ki, Tanrısal olduğunu düşündükleri günün, onlara geceyi hatırlatması gibi... Biliyor yanımdaki şimdinin olumlanmasının gereksizliğini. O yok mu o, sana bir sır vermeliyim deyip, Fight Club'un kitleleri çekmesini, kültleştirilmesini Isaac Newton'a kadar indirgiyor. Bu indirgemeyi, hutbeleştirerek, devamında da hadisleştirerek ironikleştirmeliyim. Özün tahlilini yapamayıp, sese gelenlere selam olsun...

Selam Verdik Borçlu Çıkmayalım

Yorumlamaya kalkıştığımız ve hayvani realitelerimizi çöpe bastığımız (çöpe basmak) şu dakikalarda olayın fizibilitesinin ayırdına vararak, hiç olmazsa boşladığımıza kani olmamanız için film bazında David Fincher imzalı, 10 Aralık 1999 galalı, modern toplum eleştirisi tandanslı, çarpıcı, sarsıcı, yan tutturan, ve saymakla bitirebileceğimiz, yalnızca saymaya üşeneceğimiz birçok özelliği barındırabilen bu perdeoyununun özgeçmişine ışık tutmaya çalışacağız. Ne ola ki Fight Club? Anası kimdir, babası necidir? Meşrudur inşaAllah. Jesus izlerken Cry? Meraklanmamayı kes, başlamaya başlıyoruz...


Korkmayın cefakar okuyucu. Meşrudur bizim jojuq. Yalnız bir problem var. Cinsiyeti belirsiz. İzleyici erkek mi; o zaman kendisi de maskülen, kadın mı; o zaman filmciğimiz de feminen, AB izleyici mi; o zaman da film is Avrupai!!! Dönek değil be pırtık, anla işte kendisi sanat kategorisinde değerlendiriliyor. Şimdi sorman gereken soru şu olmalı: 'İyi orasını anladık, sanat kategorisi derken öz be öz film olduğunu mu ima ediyorsun?' Tamam sorun güzel. Cevabımı veriyorum. 'Hayır'. Kendisinin menşei edebiyat category'de değerlendirilmeli. Nedeni ise gayet basit: Fight Club, Washington, Şubat 1962 doğumlu Chuck Palahniuk'un elinden çıkma Fight Club adlı eserinden adapte edilmiştir. Wikipedia TR'nin yavşamasına göre ise, bu roman yayıncılar tarafından zevkle kitaplaştırılmıştır. Romanı direkt olarak kurgulamadığı, öykücü (öykü yazarı) olduğu için çeşitlendirmeye çalıştığı bilgisi ajanslarımıza yeni düşen bilgilerden en önemlilerindendir. Öykücüklerine postmodernizm ışığında vereceği ad öncelikle 'Kargaşa Projesi' -miş,mış. Eğer isim değişikliği olmasaydı, filmimizin adının 'Kargaşa Projesi' olacağı fikrinin, sizi korkutacağını ve depresyona sürükleyeceğini düşünmem ise bu dehşetli bilgiyi önemli kılmaktadır.

Yazılar imana geldi, görüntüye girdi 

Yanılmıyorsam, herhangi bir yılda bu filmi izlemiştim. O zaman var olan kültür bilinci, daha çok gösterişe ve yapaylığa dayalı olduğundan, film hakkındaki yargılarım; olayın kendi iç dinamikleri; absürtlüğümüze karşı gelmiş, onları var olan düzen hakkında sorun olduğu kıvama duyumsatabildiği raddeye getirmiş, kısacası açlık çeken beyinlere, bir nevi pansuman görevi gördüğüydü. Fiziksel olarak gözlemleyebildiğim belirtiler ise, filme denk gelen arkadaşların sağa sola atlayıp zıplıyor olduğu, replikleri tekrar etmeye uğraşmaya çalıştıkları, çeşitli sorunlarına daha önce yaklaştıkları gibi değil de ...-Man'sal bir biçimde aldırış etmemeleriydi. Bu film izlenmeli miydi? Popüler kültüre karşı gelinemezdi. Özellikle uyuşuklar için sorun ötesi bir durumdu 'hayır' diyebilmek. Evet, kesinlikle evet. 

Konu belliydi, peki film nasıl çekilecekti? Zamanının büyük sükselerinden Matrix'in kamera senkronunu yakalamaya çalıştıklarını söylemeliyim. Amaç, kafanızda hemen kıvılcımlanacak kanıksanmış bir illüzyon, yani değişik açılardan binlerce görüntü ile sahneyi tam olarak kafamızda yaşatmaktı. Bu olay için çeşitli fikir alış-verişlerinden sonra 5 tane ortogonal (90 derecelik dik, bağımsız velakin tümleyen) kamera ile artık çekim için gerekli aletler sağlanıyordu. Ekipten Paul Johnson sahne geçişleri konusunda dizaynları ile işi kolaylaştırıyor, görsel efekt fotoğrafçısı Michael Middleton da, sahne durağanlığı için kareleri denkleştiriyordu. Fincher'a da olayı kendi bağlılığı ile seçme özgürlüğü bırakılıyor; Fincher da çekimleri izlediğimiz boyuta taşıyordu. Boyutlar arası yolculuğun baş mimarları ise Brad Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter insancanlarıdır.

Bu Kim Lan, Edward Norton, David Fincher, Helena Bonham Carter, Brad Pitt

Filmi yorumlamaya gelecek olursak, daha karpuz kesmeyeceğimize göre geleyim, Edward Norton (Anlatıcı) kendi halinde otomobil firmasında çalışan tekdüze bir kişioğludur. Evini Ikea'dan döşemiş, çeşitli eşyalarına özel siparişler vererek sahip olabilmiş, özünde anlamsızlaşan hayatını bu gibi gereçlerle yeşerten karakterimiz içten içe yanmakta, buna bir çözüm aramaktadır ve vücut bireyle baş edemeyerek uykusuzluk sorunu bahanesiyle bireyimizi hayatın akışına sürükler. Doktor tavsiyesi ile kanserli bir grubun telkinlerine, kendilerini açma girişimlerine katılmanın ilginç bir deneyim olacağını o da kabullenir. Ve bu seanslarda ilgisini çektiği, 'TESTİS KANSERİ' olduğunu iddia eden Helena Bonham Carter (Marla Singer) isimli hanımefendi ile irtibat kurar. Bu ikili bir şeyler çabalamaya çalışır, hastalar ağlar, izleyen ne yapar? Filme bakar. Bu kısım filmin çok daha başlarında izleyiciye aktarılır ya da tabirimle baktırılır. Hayatın sıradanlaşması, hem bireyle, hem varoluşçulukla yakınen alakalıdır. Buna sistemin neden olduğu cevabını verebiliriz. Yalnız belirtmem gereken bir nokta var ki, Kapitalizm eleştirisi yalnızca işin kebap kısmı, tadıdır. Sorun gerçek manada varoluşsala, ya da yokavarışsala bağlanmalıdır. Kördüğümü gördüğüm an üzülmüştüm göremeyenler adına. Üzülmek insanca değil, pek insanca. Çaresizlik, hayatın yavanlığı gibi mefhumlar aslında bize pek de uzak değillerdir. Edebiyatımızda Tutunamayanlar, Aylak Adam, Kürk Mantolu Madonna gibi belli başlı eserler bu modernizme, varoluşsal bir harmanla hunharca değinmişlerdir. Hastanın uykusuzluk problemi, hastanın gerçek buhranı değildir. Onun asıl sorunu ölü jenerasyonun üyelerinden birisi olduğunu düşünmesidir. Bu jenerasyonu bir çatı altında toplamalı. Peki nasıl? Edward Norton (Anlatıcı) kurguluyor.Devam ediyoruz...

Hayatımı bitirdin. Korkmuyorum artık senden. (Abanmak yok) 

Edward Norton (Anlatıcı), nedeni belirsiz bir yolculuk sırasında Brad Pitt (Tyler Durden) ile karşılaşır. İki erkek oturmuş konuşadursunlar, değinmem gereken çok önemli bir yönetmen başarısından söz etmem gerek. David Fincher, filmin başı dahil olmak üzere- Anlatıcı&Durden arasında hat safhaya çıkan- yapması gerektiği gibi, çoğu uyarlamada görülmeyen bir olaya imza atıyor. Sinemada görüntüye yüklenmek gerektiğinden mütevellit, yönetmenler olay her ne kadar aristokratik olsa da, saçma sapan diyaloglar ve monologlarla filmin kalitesini aşağılara çekmekte kusursuza yakın bir başarı sergilerler. Sinemanın başlıca sorunu da, bundan dolayı konuşma sekanslarının seyirciyi kolay kolay içine çekememesinden kaynaklanır. Burada Fincher ne yapıyor, edebiyat uyarlaması olan konunun yazı diline sahip çıkıyor. Edebiyatın en önemli silahını, 7.Sanat'a damıtarak, diyalogları ve monologları, hatta polilogları bir edebiyatçının ağzından işe monteleyerek işi bitiriyor. Çok keyifli mottolara, aforizmalara, manifestolara karşı gelmediği için, film bir başka açıdan saygı görmekte. Arkadaşlarımızın konuşması sanırım bitti. Anlatıcı, yolculuk sonu Tyler Durden ile vedalaştığında evine dönerken bir de ne görse afallarsınız? İzleyip, görün (Metanın değeri). Anlatıcı, ne yapması gerektiğini irdelerken, cebinde Tyler Durden'ın kartını bulur. Onu arar, Tyler gel demez; ancak gel der (Bu marjinallik de, filmin hammadesini oluşturuyor). Tyler Durden, bir arkadaşta bulunması gereken bütün özelliklere sahiptir. Yakışıklı, zeki, karizmatik, güçlü, isyankar... Her özellik sanki özenle bahşedilmiş, insanlığın hizmetine sunulmuştur. Bombanın patlama zamanı yaklaşıyor. Tyler ile Anlatıcı belirli bir barda buluşarak hasbihal etmeyi kronikleştirirken, bardan ayrıldıkları bir anda, Anlatıcı'dan kendisini feci şekilde dövmesini istemektedir. Ancak söylemleri ve tavırlarıyla Anlatıcı'yı kendisine bağlamayı başarmıştır. Anlatıcı, duvarları yıkmaya çalışır, ancak ve ancak Tyler'ın küplere binmesinin akabinde artık Anlatıcı yavaş yavaş kendini bulmaya başlıyor olacaktır. Bar gibi, kavgalar da kronikleşir. Ölü jenerasyonun diğer çaresiz fertleri, kavgayı merakla gözlemekte, işin keyfine varmaktadırlar. Tyler, bu topluluğu Dövüş Kulübü adı altında örgütlemeye başlayacaktır. Buradan çıkarmamız gereken mesajlardan en önemlisi, yalnızlığın yalnıza ait olmadığıdır. Sistem kendi topluluğunu yaratmakta, işine yaramayanları diskalifiye etmektedir. %1 bile olsa, ki değil, o topluluk sağlam bir komün kurabilmek için yeterli düzeydedir. Kısacası, yalnız değilsiniz.

Tyler Durden ile Tyler Durden içkilerini paylaşırlarken

Tyler, işleri büyütür. Anlatıcı da yanında Başkan Yardımcılığı sıfatıyla egosunu şişirir. Bu arada Tyler ve Anlatıcı buldukları kullanılmaz bir evde, yanlarına Marla Singer'ı da alırlar; neyseki yok eskiden bizim tarlalar daha çok ekin verirdi, yok eski otobanlar 8 şeritliydi mealinde 'ayol'luk sohbetlerle zamanlarını harcamazlar. Bayağı bildiğin kallavi konulara erginler, evrilir, harekete geçerler. Çeşitli kurallarla bezedikleri Dövüş Kulübü artık hayatlarının ayrılmaz bir parçasıdır. "Dövüş kulübünün ilk kuralı: Dövüş Kulübünden hiçkimseye bahsetmeyeceksin. Dövüş kulübünün 2.kuralı: Dövüş Kulübünden hiçkimseye bahsetmeyeceksin." ayarında kendi kitlesel dönüşümlerini onarmayı biat edinmişlerdir. Gel zaman, git zaman kulübün popülaritesi o kadar artar ki, Tyler ile Anlatıcı ölü jenerasyonun mesihi haline gelirler. Anarşi, amacına ulaşmaya yakınsıyor. Acaba, mesihler peygamberlerin yarım bıraktığı elmayı ısırıp level'ı arttırabilecekler midir? Buradan kapmamız gereken olay, sistemin kendi içinde kendisine karşı gelme payı bıraktığıdır. Matematiksel kural olarak, ancak payın sıfır olabilme ihtimalinin olduğunu bildiğimize göre, (Soyut matematik deyip çemkirme hemen, basite indirgiyoruz, ilkokul düzeyine in yavrucuğum) kendini sıfırlayan pay kendisini kullanılmaz bir hale getirir. Böylece, her ne kadar amaca uygun olmasa bile masumane duygular yerini, saçmalıklara bırakır. Film bazlı örnek vermem gerekirse, bu film dünyada 100 milyon 800 bin dolar civarı hasılat yapmıştır (Net 37 milyon dolar civarı). Ve hemen ardından oyun yapımcıları bu filme bir de oyun uyarlaması yapmayı düşünmüşlerdir. Mamafih, istedikleri olmamış; çünkü film ve kitabın hayranları, çıkacak oyunun amacının salt kapital olduğunu düşünmüşlerdir. Bu tezat, dünyadaki her şeyi hamile bırakabilecek kadar gebe bir düşünce acizliğinin fenomenel ispatıdır (Yeni yetme ideoloji). Yine kısacası, hatta kıpkısacası İNSAN SEFİL BİR HAYVANDIR.

Sabun satıyorum bebeğim

Tyler ile Anlatıcı giderek uzlaşmaya başlıyordur (Çak dostum, çakmadan önce de elime bir bak, Royal Flush). Bunun, asıl nedeni beyindeki elektrik akımının kurguladığı olayı sonuçlandırmaya çalışıyor olmasından ileri gitmektedir. Nasıl yani, tepkisini alır gibi oldum (gibi olmak). Bomba gerçek anlamda patlayacak. Daha zaman var bu meçhulsüz faile. İki arkadaş yek vücut olmuştur Anlatıcı'ya göre. Ardından birleşen ayrıksı vücutlar, devinimlerine devam edip birbirlerinden ayrıldıklarından olsa gerek, tekrar ayrılmaya başlar (Vücut yapıp meydanlarda eros kundaklayan beyaz atletliler kendilerini pek de matah sanmasınlar, bilmem anlatabiliyor muyum, yoksa vücudum mu yok bilmem kıskanıyor muyum?). Kaldığımız yer şöyle ola ki; Tyler Durden bu güruhu Kıyamet Projesi adı altında gazlamaktadır. Sorun şöyle ola ki, Anlatıcı'nın bu projeden haberi bile yoktur. Sonra şöyle oluyor ki; Anlatıcı bu olayı, bu dostcanlısı dostunun gizli kapaklı bir iş çevirdiği gerçeğini bir türlü idrak edemez, tabiri faiz ise şoka girer. Yarattıkları Dövüş Kulübü'nün artık kontrol edilemeyecek seviyeye geldiğini düşünen Anlatıcı, bu projeyi sağda solda 'nasıl gidiyor' diye soranlara, 'asayiş berkemal' diye cevap veren polis cemiyetine, bir arzuhalim var cüccük gibi diyerek mi başlasam; yoksa çok önemli bilgilerim var, bu bilgiler ışığında beni behemehal aylık 100 mangıra bağlayın harbiden bak ile mi konuya girsem diye amerika birleşik devletleri polis depatmanına tırıs tırıs yol alır. Yol almasa, döl alacak kahramanımız yol almayı tercih etmekte benim ve trilyonlarca izleyicinin de haklı övgüsüne mazhar olur. Sapır sapır döküldükten sonra ortamı terk eder. Projenin amacı ise  büyük bankaların merkezlerinin havaya uçurularak bütün hesapların silinmesi ve insanların borçsuz olarak yeni bir hayata başlamasını esas alır. 

Amerika Birleşik Devletleri 100 dolar banknote

Sahneler birbirini kovalarken, filmin son demlerinde heyecan dozu kat be kat artarken, izleyenlerin önemli bir kısmının Passiflora hüplettiğine şahit olunurken ben, filmi kaçırabilirdim ama kaçırmadım. Bu çok mühim malûmattan sonra filmin ne olduğunu tam manasıyla kavramaya başlıyoruz. Anlatıcı, değindiğimiz gibi yaşadığı buhranı proje tamamlanırken üzerinden atmayı başarıyor. Çünkü, amacına ulaşmış oluyor. Proje tamamlanırken mi? Evet, aynen öyle. Nasıl mı? Olay şundan ibaret; Anlatıcı denen şahıs işin özünde, Tyler Durden'ın ta kendisidir. Tyler, her türlü yeteneğe haiz bir hayaldir. Çünkü Freudsal açıdan ortaya konan bir gerçek vardır ki; insanlarda süperego denilen bir kavram mevcuttur. Her zaman istediğimiz gibi davranamaz, toplum kurallarını tam olarak yadsıyamaz, kendimizi yaşayamayız. Bu durumlarda kendi bünyemizde barındırdığımız süperegomuz, yapamadıklarımızı yapar, söyleyemediklerimizi söyler, yıkamadıklarımızı yıkar, si.... her neyse bu kadar yeter. Çeşitli sahnelerde, bu şizofrenik vaka ile ilintili muhtelif ipuçları verilmektedir. Ancak, sunulan dünyada bu durumu kesinleyebilmek pek de anti-olasılık dışı (!) değildir. Zaman gelir. Saatli bomba patlar. Hayali Tyler ile Kapital binalar yok olur. Oyuncumuz kendine gelir. Bir Psikonevrotiğin Kütleçekimi jenerik ile beraber zihnimizin derinliklerine kendini kazımak görevini tamamladığını sezebiliyordur.

Beni çok kötü bir zamanımda tanıdın

Artık olaya daha genel perspektiften bakabiliriz, sayın okuyucu. Filmin en önemli olayı çift taraflı bir başarıya kavuşabilmesi, kavuşturabilmesidir. Düalist bir yeti söz konusudur. Hem görselliğin, hem o kadar baskın gelen anlatılmak istenenin, bağlaşık bir yapı içinde sunulması biz izleyicilerde sarsıcı bir haz niteliğinde açığa çıkar. Oyuncuların bir o kadar başarılı olması olayı katmerlemektedir. Özellikle Brad Pitt, çok büyük oynamış, role cuk cuk cuk oturup kalkmıştır. İmaj olarak böyle bir karakteri kaldırabileceğini açıkça herkes görebilir. İmajını kullanabilmek ise her babayiğidin harcı değildir (Pitt is this). Edward Norton'un bu karakter için fazla kastığını görmemek için ya kör olmak, ya da çok net görebilmek gerekir (Net kavramını mevzubahiste; oturumu güneşe yıllarca bakıp kör olmayan tiplerden açıyorum). Helena Bonham Carter'ın Marla Singer'ın hakkını verebildiği sağır sultanın bile zamanında duyumsal gündemindedir. Sigara dumanını helezoik bir biçimde tüttürmesi, sigaraseverlerin gönlünde taht kurmuş, bu işin hakkından aynı asalet ve umarsızlıkta ben de gelmeliyim diye düşünmelerine yol açmıştır. Film algılandığında, Cornelius kuvveti ayarında türettiğimiz girdabımız şuh ruhlarda tatlı tebessümler bırakır.

Filmin müziklerine The Dust Brothers imza atmıştır. 45 parçayı, filmle çok alakalı olarak- bu işin tamamen bir ekip çalışması olduğunu kanıtlar nitelikte- elektronik, trip-hop tarzda yorumlamışlardır. Elektronik Gitar, Synthesizer ve Bateri öncüllü ekipmanlarıyla, parçalarını genellikle Minör akorlu kaydetmişlerdir. Gaz parçalar, filmin fanları tarafından ayrı bir sahiplenilmiş, sıcak havalarda ruhlarına fan görevi maksadıyla tüketilmişlerdir. Where is My Mind, This Is Your Life, Medula Oblongata gibi ses bileşimleri kulağım ile irtibatını nedense hâlâ kesmemektedirler. KabaKulak kardeşlerimizin parçalarla haşır neşir olmalarını temenni eder, sözlerini idrak etmeleri için çeşitli kurumlarda hayrına bulunacağımı taahhüt eder, hatta isterlerse onlarla düet yapmayı da kabullenebilirim.


Filmde vargeçen, ağızlara sakız olan 25. Kare tekniği (Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı veriliyor. Normalde filmler saniyede 24 Kare içermektedir. Ancak bazı olaylarda bu “subliminal” mesajları vermek amaçlı, saniyede 25 Kare içeren ve 25.Karede saniyenin 1/25'ini kapsayan görüntü medceziri yaşanır. Bu gelgit tam olarak algılanamaz, ancak bilinçaltına mesaj iletilmiştir bile. Ülkemizde sık sık her subliminal olayı, masonlukla iliştiren yeni bir görüş egemendir. Asi gençler, ellerine baltaları, ceplerine palaları, kafalarında -Yahudi kanı, Yahudi kanı- sloganıyla kendi Dövüş Kulübü'nü fiilen de olsa yaratmışlardır. Çünkü kapitalin kaynağı Yahudilerdir. Para sahipleri Yahudilerdir. Amaçları dünyayı yönetmektir. Hadi el ele verelim, dinimiz elden gitmesin, ülkücülüğümüz madara edilmesindir. Kısmen haklılardır. Ancak ne her subliminal mesaj masonlukla, ne her mason gaddarlıkla itham edilmelidir. Ağızlara sakız, yetmelere hayırlı yenilikler) de cemaatimizde bolca kafa yorduğumuz, ciddiye aldığımız, ardından üzerine sifonu çektiğimiz fazlaca değerli bir konu. Filmin başlarında var olan anlık görüntülerin asıl amacı Tyler Durden'ın halisünatif etkisinin betimlenmesidir. Tyler planı kurduğunda yani kendi Tyler'ını yarattığında artık var olan 25.Kareler (21.dakikadan sonraki gizler) halisünatif etkilerin değil, subliminal amacın ne olduğunu yine subliminal şekilde izleyiciye aktarmak, olayı açığa çıkarmaya uğraşmaktır.

Filmin kazandığı ödüller:
2000 Empire Ödülleri (UK), En iyi Britanyalı Aktirist (Helena Bonham Carter)
2001 Online Film Critics Society Ödülleri, En iyi DVD, En iyi DVD anlatımı, ve En iyi DVD Özel İçerikleri
2005 Total Film Magazine Ödülleri (UK) "Dünyanın bugüne kadar gelmiş geçmiş en iyi film ödülü"
Filmin bazı ödül adaylıkları:
2000 Akademi Ödülleri, En iyi ses efektleri
2000 Brit Ödülleri, En iyi soundtrack
2001 MTV Film Ödülleri, En iyi dövüş (Edward Norton kendisi ile dövüştüğü sahne)
2000 Politik Film Birliği Ödülleri, Demokrasi ödülü

Yıkım, Kıyım, Sabun, Paçanga Böreği, Güle Güle



19 Mayıs 2013 Pazar

Bir Sinema Unsuru Olarak Müzik

Müzik sizin için ne ifade ediyor? Kimileri için yaşamının bir parçası olmazsa olmazlarından. Kimileri için eksik bıraktıklarını tamamlayan bir ruh ya da ruhunu dinlendirip kafasını dağıtmak için araç. Bazıları için ise her türlü duygularını depreştiren bir tetikleyici. Kabul etmek gerekir ki hepimiz için müzik önemli bir yere sahiptir.

Müzik, tek başına bizi yeri geldiğinde duygulandırıp depresif durumlara sokarken yeri geldiğinde neşelendiren bir araç (belki de daha fazlası). Peki  müzik son yüzyılın parlayan sanatı sinema için ne ifade ediyor?

Sinemada her zaman önemli bir yere sahip olan müzik son zamanlarda daha da fazla yer edinmekte. Öyle ki filmler vizyona girdiklerinde soundtrack albümleri de müzik marketlerdeki yerlerini alıyor. Bazı filmlerin yeri geldiğinde yüzde seksene doksana varan oranda müzikle iç içe olduğunu görüyoruz.

Sahnelerin  insanlar üzerinde oluşturdukları etki, hiç şüphesiz ki ses efektleri ve müzik olduğunda çok daha artıyor. Yavaş akan bir sahnede aynı ağırlıktaki bir müzik o sahneyi doyumsuz yapabiliyor. Ya da aksiyon sahnelerin hızlı müzikleri. İşte bundan olsa gerek bazı yönetmenler bunun bir kaçış yolu olduğunu, filmde müziğin kullanılmamasını en azından minimuma indirgenmesinden yanalar. Zeki Demirkubuz bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır : " Sinemayla müzik kötü bir evlilik... Tuhaf bir evlilik.Hiçbir kriteri olmayan aşağılık derecesinde evlilik derecesinde birbirini kullanan evlilikler vardır. İnsanlar birbirlerini kullanmak için o ilişkinin içinde kendilerini bulurlar.Günümüzde müzikle sinema biraz da buna benzedi. O onun pisliklerini eksiklerini kapatıyor, diğeri de onun pisliklerini kapatıyor.Bunu böyle görüyorsam bu konuda benim dikkat etmem hatta dikkat etmemden öte tavır göstermem gereken bir konu.Bir sahneyi yeteri kadar olması gerektiği gibi anlatamazsanız yine aynı şekilde mizanseni sahnenin yazılma amacını anlatamazsanız müzik devreye girer." Katıldığım yerler olduğu kadar katılmadığım yerler de var. Olaya nasıl baktığına bağlı biraz da. Sinemayla müziğin mutlu bir evliliği de olabilir. Tamam 3. sınıf korku filmleri (hatta ve hatta 2. ve 1. sınıf korku filmleri de) müzikle sinemanın çıkara dayalı bir evliliği. Nerede korkmamız gerektiğini müzik bize söylüyor. Salt tek başına sahnenin bir işlevi yok kabul ediyorum. Ama sinemayla müziğin mutlu çocukları da olmadı değil. Şuan ilk aklıma gelen mr. Nobody. Sahneler tek başına bile etkileyiciyken müzikle şaha kalkıyor.

Müziğinin filmin önüne geçtiği filmler de var. Örneğin Amelie. Yann Tiersen (Amelie nin müzisyeni olarak bilinir ki aslında bundan çok daha fazlasıdır.) belki de yönetmenden daha çok katkı vermiştir filme. Böyle olunca bazı yönetmenlerin de filmlerde müziğin kısıtlanması gerektiğini düşünmeleri doğal. Lars von Trier önderliğinde Danimarkalı birkaç yönetmen Dogma 95 adı altına bir oluşuma gitmişlerdir. Bu oluşumu incelemekte de fayda var. Genel olarak müziğin sihrinin sinemada sömürüldüğünü düşünmüşlerdir.

Yann Tiersen

Filmlerde müziğin kullanılması taraftarıyım. Ama kullanırken buna sığınmalarını istemem. Bence Christopher Nolan bunun ayrımını çok iyi yapıyor. Filmleri müzikle çok sıkı fıkı olmasına rağmen en etkileyici sahnelerinin bazılarını müziksiz çekmiştir. (bkz. sinema tarihinin en etkileyici dövüş sahnelerinden biri olan batman vs bane ya da Chicago sokaklarında kocaman tırı devirdiği sahne . Evet tırı gerçekten deviriyorlar. ) 


the good , the bad and the ugly (1966) - music by ennio morricone

Sinema ile müziğin ilişkisinin güzel örneklerine kült olmuş filmlerin kült müziklerini verebiliriz. Anlatılmak istenen duyguya en uygun müzikleri kullanmışlardır ki bu da insanı etkisi altına alan filmler doğurmuş. The Good, The Bad and The Ugly o çok meşhur müziği olmasa bu kadar akılda kalır mıydı ? Ya da The Godfather ?  Inception (şuan için kült sayılmayabilir ama ileride kesinlikle kült filmler arasında sayılacak.) bu kadar gerer miydi bizi ? Stanley Kubrick filmlerindeki karmaşık duyguların sebebi ne ?

Hans Zimmer

Film müzikleri demişken Hans Zimmer ’a değinmeden geçmek olmazdı. Birçok filme ve oyuna müzik yapan Hans Zimmer günümüzün en önemli müzisyenlerinden biridir hiç şüphesiz ki. Batman Trilogy, İnception, Sherlock Holmes, King Arthur, The Last Samurai, Pearl Harbor , Gladiator , The Lion King (bu filmle oscar da almıştır kendileri), Rain Man müzik yaptığı filmlerden bazıları. Şuanda Christopher Nolan ile de çok iyi bir ikili oluşturmuşlardır.  Son zamanlarda favorilerimde olan başka bir müzisyen ise Alexandre Desplat. İlk aklıma gelen filmleri The Tree of Life ve Moonrise Kingdom. Bir de Clint Mansell var. Pi , Requiem for a Dream ve diğer Darren Aronofsky filmlerinin de müzisyeni.

Müzik, sinemanın ihtiyacı olan değil hakettiği dostu. Sırası geldiğinde ondan faydalanacaklar. Pisliklerini kapatmak için onu kullanacaklar ama buna aldırış etmeyecek. Çünkü o suskun nöbetçi, dikkatli koruma,  çığırtkan bir arkadaş...



23 Mart 2013 Cumartesi

Sinemamın 'En'i Ingmar Bergman

Ingmar Bergman beni tanımıyor. Onu daha önce hiç görmedim. Kendisi hayali bir karakter. Hayalimin bir parçası. Genellemesinin bir noktasıyım. Gereksiz sorular soruyorum. O yüzden Tarkovsky en iyisi diyor. Yalan olduğunu biliyor diyor. Yorumlanmak istemiyor. Sanki eski haşerelerden değilmiş gibi davranıyor. Utandırmalıyım onu. Bilmeli Fårö'den sonra kalanları. Kalanların dipsizliğini.

Bir Genç Bergman 

Bilinen adıyla İskandinav ırkının ve muadillerinin ortalama üzeri donatılara sahip olduğu düşüncesi solunda durduğum bir kanı. Düşünsel ve şekilsel olarak daha dolu objeleri çağrıştırdıkları (kastedilen %80'i hava gazı olan cips poşedi değil), üstelik kendilerinin bu çağrışımları küçümsediği, ve bu hengamenin (düzen denilen şey) daha ortasında durdukları, fiilsel ve mantıksal bağlamda kavram sirkülasyonumda sanrılanan bir olay. Beni kandırmayı başardılar. Kim bilir ne cevherler mevcut kendilerinde, ama benim aymazlığım, senin avcılığında birleşmeyecek. Çünkü o da hiçbir şeyden emin değil. Yönetmenimizi kast ediyorum burada. Ah düzen karşıtları bir bilseler, yaşamak bile istemezler. (... Bilseler?)

Uzaydan İskandinavya

O da böyle bir kanla, böyle bir kodla, böyle denen bir böylesizlikle uzandı dünya denen densizliğe. Sebepleri vardı densizliğin. Babası papazdı bir kere. Kardeşi vardı bir de. Sevmiyordu onu. Öldürmek istedi. Fiilen yapamazdı. Yapsaydı da öyle bir öldürmek değildi istediği. Aradığı bulamamak, bulduğu istememek, istediği görememek... Sorgulayan bir beyin, o sırada Dünya Savaşları. Hani şu 3.'sü mezelenen. Dünya adamı olmayı, o zamanlar arzuluyor olmalı.

Daha 17, 17, 17

Gençliğinde haşır neşir olabilmiş teknolojiyle. İşte İskandinav olmanın avantajları. Genellersek... Bazılarına göre dezavantaj bile değil. Şımarık bir genç adam. Seçilmiyor diye Stockholm'e, daha da hırslanıyor, tiyatroya gönül veriyor. Bu onun imzası, onun tanımsızlığı, onun şaşaasını simgeleyecek. Belkiliyor, ama olacak Bergman, biliyorum, beni tanımaya başlamanı istiyorum. Öğrenmek iyidir diyeceğim ben de şimdi. Öğrendiklerin seni anlattırıyor insanlara, bilenlerden. Acıyor okuyucu, çoğu bakımdan.

Tiyatro - sinema işbölümü ayrımını kendince oturtmaya başlıyor. Kierkegaard'ı bu zamanlar tanıyor. Mercault oluyor. Sartre inceliyor. Dostoyevski içiyor. Shakespeare tadıyor (Bu yönüyle Kurosawa'ya yakınlık duyacak). Lirik üslubunu sahipleneceği Alf Sjöberg'i takip ediyor (Üstelik her gün ÜÇ ÖĞÜN yemek yiyor bu adam. Ufaklıklara süblümünik mesajlar). Savulun, sinemanın filozofu kendini yetiştiriyor, aranan kan yolda geliyor.

Bergmankopter

Bilmek güzeldir. Ingmar Bergman kariyerinde 67 film yönetmenliğine imza atmış, sinema için 70 tane değerlendirilen senaryo yazmış, 14 yapıtta aktör olarak boy göstermiş, 11 filmin prodüktörlüğünü üstlenmiş, üretken bir insandır. Yapısı gereği olsa gerek, büyük bir tutkuyla işine bağlanmış, bu bağlam ve bağlılıkla 'mütefekkir' sıfatını da sonuna kadar hak etmiş, aşılması çok zor bir yönetmen portföyü çizmiştir. Bazı insanlar çok özeldir, bazı insanlar bunu umursamazlar. O umursamayanların kanadına yuvalamaya çalıştı. Sorgulamanın anlamsızlığının diretmemek olduğunu anlıyordu. Ama onun da sorunu, bu oyuna kendini kaptırmış olmasıydı. Kendini beğenmiyor, diğerlerinden ise nefret ediyordu. Çok aksi bir adam olarak tanınır. Budur.

Det sjunde inseglet (1957) Sorguluyor, bilemiyor, düşlüyorum

Filmlerinde çeşitli imgeleri özellikle kullanır. Kullandıkları, tarzı olan bütün insanların bağlılıklarıdır. İmajsız fert yoktur zaten. Kadınları sever, sayar. Hayatı boyunca binçok kadınla beraber olmuştur (Abartı testinin neresinde?). İnanılmaz. Rol model. Her bakımdan. Liv Ullmann'ı, Bibi Andersson'u, Ingrid Thulin'i, Harriet Andersson'u kullanmayı sever. Onlardan çok etkili biçimde yararlanmıştır. Freud'u haklı çıkartmıştır. Oldukça bilimsel. Sanmıyorum ki, herhangi bir yönetmen Oidipus kompleksini bu kadar iyi taşıyabilsin (Dolaylı olarak. Belki Antonioni). Yakınsıyor kusursuzluğa.

Liv Ullmann - Bergman'ın her anlamda gözbebeklerinden

İnsan psikolojisine çok önem vermiştir. Determinizmi (Gerekircilik), Laplace'ın Şeytanı'nı (Evrenin ve kainatın bütün bir geçmiş ve geleceğini bilen sanal bir varlık mevcuttur görüşü) kıskandıracak kadar irdelemiştir. Hareketleri anlamlandırabilmek için, hesap etmek gereklidir. Ki bu onun en iyi özelliklerinden biridir. Ki, bu yetenek bir yönetmenin olmazsa olmazı, donatılmaması caiz kabul edilmeyen yazgısıdır.

An. Zaman kavramı onun için çok değerlidir. Görece zamanı, görece algılatır. Duvar saatlerinin tıngırtıları onunla fenomen kazanır. Saatler yalnızlık, karamsarlık, çaresizlik ve umudun sessiz vurgularını, sesli çatırtılarıyla bozar. Onlara başka bir biçim verir. Bu biçime insan kavuşamaz. Sarılır. Her saniyeye bir anlam katmalı.

Wild Strawberries - Rüya Sekansı

İnsan yüzüne çok önem verir. Seçtiği oyuncularda hissi aktarabilme içgüdüsünü kullanabilme raddesine bakar. Gariptir ki sıkmaz. Küçük hilelerle, örneğin bir Bach fügü ile olayı kotarır ya da derinliğin öncesinde, konu hakkında ufak bilgiler vererek izleyiciyi olaya hazırlar. Biteviye, defalarca çeker seyirciyi.

Persona - Afişi Hisset

Aslında Bergman hakkında ne söylense az. Onu izlemek ve hissetmek size önerebileceğim en faydalı egzersizler. Kendisi hayatı boyunca istediği bir işte, istediği bir hayatı hüküm sürdü. O, şanslı insanlardan biriydi. Dehasını ve zamanını verimli kullandı. Çorak düşüncelerinizin altında ezilirken, başkalarına imrenenler her zaman ötekileştirilecek. Bergman'ın belirsizliği ve aslında çaresizliği resmedişi insanoğlunun sabrını olağanca sınırsızlığı ile zorluyor.

Kendisi bolca eleştirildi de. Sanat filmi yaptığını söyleyenlerin piyasaya çıktığını, zamanında İsveç'ten gönüllü sürgün ile gençliğinde 1-2 yazını harcadığı Almanya'ya dönüş yapmak zorunda kaldığını belirtmeden de geçmeyelim. İnsanın olduğu yerde sorun vardır. Ve burada kimin haklı olduğu benim konum değil, aslında ilgi alanıma girmiyor. Hiçbir şey ilgi alanıma girmemeli. Aslında onun hakkında sayılamayacak kadar methiyeler de düzüldü. 9 defa en iyi yönetmen Oscar'ına aday gösterilen Ingmar'ın, 3 kez En İyi Yabancı Film Akademi Ödülü almak üzere, 71 ödül ve 18 adaylık ile taçlandırıldığını da unutmayalım. 2005 yılında TIME dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilmesi onun yaşadığı en büyük onur, sevenleri için haklı bir gurur olmalı.

Tam adı Ernst Ingmar Bergman

18 Mart 2013 Pazartesi

SİNEMA HAKKINDA ALENGİRLİ, YAKIŞIKLI TEFSİR MEALİ

Hayatta çeşitli şeyler hedefler insan. Kabaca insan. Çoğunlukla gözyaşı, acı varyasyonlu fiiller ve bu fiillerin yaşanmamışlıklarının vermiş olduğu sinir bozuklukları ve bu raddede onları algılayamayan diğer insanlar. Diğer insanlar bilir sanki. Biliyorlar ne kadar boş olduğunu umutlarımın. Sanki benden saklıyorlar, bilmediklerini bildiğimi saklıyorlar benden.

Bruno Amadio - Ağlayan Lanetli Çocuk (1980)

Ölmek adına yaşasak da, burada bunların hiçbiri önemli değil. Burada sinema konuşulacak. Burada kendimizi kandıracağız. Bizi kanıksayacaksınız. Kullanacak, değerlendireceksiniz. Temiziz çünkü. Şimdilik temiziz.


Tertemiz bir kız çocuğu

Sinemayı bilmezdik uzun yıllar önce. Hatta, doğumdan hemen önce. Hatta, hemen sonra. Hatta, yarın. Öğreteceğiz yine de bildiklerimizi. Bu bozuk düzenin, bozuk pikapları olarak bizler, 45'e gelmeden 45'lik dinleteceğiz sizlere, yol göstereceğiz. Yol yordam öğreneceğiz, şaşırtmanızı istiyoruz bizi. Sinemayı bilmezdik uzun zaman önce. Merhabalar, bizler yılmaz bekçileriyiz, kalleşliğin. Bizler bozuk düzenin, güzel tinercileri. Sesleniyoruz sizlere. Konumlandırın bizi, binlerce kere. Konumlandırın bizi, ayaklarınızın üstünde.

Salvador Dali - 0 (bir)

Sinema nedir? Tanımlamalar hep eksiltir yüceyi. Bilmelidirler ki, eksik olduğu için vardır o da. Kusursuzu arayış değil, reddediş çabasıdır. Doğrulardır, eğrilerdir. Sinema, bir iş koludur. İşsizleri belirleyemez. Kendi başına bir hiçlik. Arayış, bulamayış, kavrayış. Tamamen subjektif. Subjeleri, kadraja eletme işlemi. Farkındalık katma şımarıklılığı. Anladığındır sinema, ya da herhangi bir yorum.

İnsanlar istisnasız belirli bir çabanın timsali olmak için afet-i devran yaratmaktadır, reddetmektedirler doğal afeti. Şırıldayan su onlar için, bulanık çukurdan yeğdir. Korkarlar. Korkaklığının krokisini ise lâlettayin dayatırlar. Gel de bunlara laf anlat, 7. Sanat. Konuştu benimle sinema, ve açtı bana kendini. Beni tanımlamayın, o zaman yücelirim ben. Değişimin zamanı geldi de, geçiyor bile.

Varsayılıyor ki Lumière Kardeşler'in 1895'de Grand de Cafe'sinde bir gösterisinde parladı bu sanat dalı (Beyim sanat bulduk). O ilk filmde bile ayrışma vardı (Ayrılın beyim). Lumière, Fransızcada ışık anlamına gelir. Ne kadar da uyumlu! Bir sanat dalı için şatafatlı değil ama gerekli bir uyum. Sinematografi ile ışığın ilişkisi, Pink Floyd - Müzik, Dostoyevski - Roman, Shakespeare - Sen Nesin Be Dayı or Sen Nesin not to Be Dayı, çağrışımlarına benzetilebilir (Olmazsa olmazdır). Babaları fotoğrafçı olan Lumiere Kardeşler, o zamanlar buldukları ve sinematografi adını verdikleri icatlarını pazarlamaya pek meyilli değillerdir. (Sinemayı buldunuz beyler, size saygımız sonsuz ama) İcatlarının sömürüleceğinden, kullanıp atılacağından korkmaktadırlar. (Cık, vermem, vallahi vermem) Çeşitli işletmeciler, o efsanevi Grand de Cafe gösterisinden sonra bu işin ucunu bırakmaz (Şimdiki sanıyla, FİLM ŞİRKETLERİ). Bu müteşebbislerin olaya en olur veriri, en sahipleneni ve CASANOVA'sı Georges Méliès çeşitli mektuplaşmalarla kardeşlere ulaşır ve 'ışık'çılardan ürünü pazarlamayı talep eder (' ' Herhangi bir sahnede silah gösteriliyorsa, mutlaka patlar. Unutmayın.). Işıkçılar, şey yani kardeşler, artık cimriliklerinden midir (ben buldum, ben buldum), hayat felsefelerinden midir (Fransız da mantık aranmaz(!), şakirtliklerinden midir bilinmez, bu Georges Méliès dostumuza bildiğin posta koyarlar (Kapitalin tadı sıcaktır). Hah, öyle desene der kardeşler, meğer sanat aşkı değil, sonu aydınlık bir yolmuş aradıkları (Korkak, bencil, uyanık adamın tekisin Tayyar. Hayvanımsın da.). Sayılırlar, sevilirler ajandalarda. Çiçekler atılır mezarlarına, saniyede 24 kere dua edilmeli onlara. Söylemeliyim ki, devinimi  kötüleyeni tarih, mucidi körükleyenleri de rahip tokatlar. Dinlenme zamanı.

Lumière Kardeşler

Lumiere Kardeşler Sinematografinin Kullanılışı

Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Doğruluk payı umrumda olmasa da, genellemeyi sezemesem de böyle derler. Nefret ettiğine, iyi davran. Örnek al, uygula hatta. Onlara bak ve sil. Davranışların köreltsin amacını. Olmadığını öğrendikten sonra mutlu olmayacaksın. Beri zamanda Hegel vardı, Marx'a determinizmin ortasını açtı ya da gol yapılan yozlaşan Diyalektik Materyalizm oldu (Ve Herakleitos) (Her şey akar). Nedensellik der ki, sınıfları reddetme, birliğe giden yoldan birlikte geçilmez.

PINK FLOYD - Atom Heart Mother - Ruhun Atış Poligonu Becerisi

Klasisizm, Romantizm, Realizm, Natüralizm, Sembolizm, Sürrealizm, Egzistansiyalizm. Gelişimin edebi tayfı. Görünenin sanılan aksi. Bağımsız sinemalara değinmek istiyorum. 0. Bu rakama saygı duyun. Artılamanızın silüetini görmek isterseniz, size yardımcı olacaktır.

KESTİK!!!?

17 Mart 2013 Pazar

Life of Pi ve Gerçeklik Algısı


Life of pi.. Ang Lee bu sene düzenlenen Oscar ödül töreninde ikinci defa en iyi yönetmen ödülünü aldı. Daha önce Brokeback Mountain ile bu ödülü almıştı Tayvanlı yönetmen. Neyse oscarı boş verin o kadar da önemli değil. Değerlendirmeye başlamadan önce yazımda filmle ilgili filmin sürprizini bozan bilgiler vereceğimden filmi izlemeyenler dikkat.

Hemen bir parantez daha açayım film aynı adlı kitaptan uyarlama ancak kitabı okumadığım için yazı film özelinde gelişecek.

Hayvanat bahçesinde doğup büyüyen Pi’yi erken yaşlarda kendisini yaratıcıyı arama çabasındayken buluyoruz filmin başlarında. Annesinden Hinduizmi, rahipten Hristiyanlığı, Müslümanlardan İslamı öğreniyor , mucizevi hikayelerini dinliyor.

Ang Lee filmde sürekli sonradan olacak olaylara gönderme yapıyor. Buna yazının devamında değineceğiz.

Pi ergen yaşlarına geldiğindeyse bu sorgulamalar azalıyor bir kıza aşık oluyor. Tam o sırada babasının işleri kötü gidiyor. Hayvanat bahçesindeki hayvanları satmak için Kanada’ya gitmeye karar veriyorlar. Japon firmasıyla anlaşıp yola koyuluyorlar. Kuvvetli bir fırtına sonrası gemi batıyor ve filikada Pi, zebra, orangutan ve sırtlan kalıyor. Bundan sonrası Pi’nin hayatta kalma çabasına dönüşüyor. Sırtlan ayağı sakat olan zebraya saldırıyor. Ardından orangutanı öldürüyor tam bu sırada kaplan ortaya çıkıp sırtlanı öldürüyor. Aşçı, hizmetli, bahçıvan, uşak ilişkisi gibi biraz. Kaplanla baş başa kalan Pi bilmem kaç gün yaşam mücadelesi veriyor.

Bu Pi’nin bize anlattığı ilk hikayesi. Japon firmasının çalışanlarına anlattığı hikaye ise daha farklı. Aslında filikada kalan sakat ayaklı zebra denizci, sırtlan aşçı, orangutan ise annesi. Demiştik ya filmde sonraki sahnelere göndermeler var diye. Sırtlan orangutanı öldürdüğünde kaplan ortaya çıkıyor. Yani Pi’nin aşçıyı öldürmesi kaplanla temsil edilmiş. (ki filmin başındaki pi-kaplan ilişkisini hatırlayalım yerinde olmuş bu benzetme, kaplan orangutan öldüğünde ortaya çıkıyor.)

Bundan sonrası Pi’nin yaşam mücadelesi değil Pi’nin içindeki başka kendisini kabullenme çabaları. Kaplanı evcilleştirmek istemesi aslında kendisinin “içindeki şeytanla” barışmak istemesidir. (İçindeki şeytan diyorum filmin sonunda Pi o yanından böyle bahsediyor.)

Şimdi o esrarengiz adaya geliyoruz. Ada gündüz çok cömertken geceleri tam bir öğütücüye dönüşüyor. Gündüz  Pi’nin aydınlık tarafını cömertliğini yardımseverliğini , gece ise karanlık kötü tarafını temsil ediyor. Eğer Pi bir şey yapmazsa bu tarafının ,gece-karanlık, diğer tarafını öldüreceğini fark ediyor ve adayı terk ediyor.

Yolculuk boyunca yanında bulunan kaplan Meksika sahiline geldiğinde Pi’den ayrılıyor. Her ne kadar o tarafını başta kabullenemese de sonrasında barışıyor. Onun sayesinde hayatta kalıyor belki de. Artık toplum içine döndüğünde ise o tarafına veda edemeden onu bırakmak zorunda kalıyor. Buna üzülüyor her şeye rağmen.

Filmin sonuna gelindiğindeyse Pi’nin yaşamını yazacak olan adamın Pi’ye aslında ikinci hikayenin doğru olduğunu söylediğinde Pi: “ Sana bir şey soracağım. İki hikayede de gemi batıyor, nasıl battığı bilinmiyor ve benden başkası hayatta kalmıyor. Bu iki hikayenin doğruluğunu ve yanlışlığını kimse ispatlayamaz. Peki sen hangi hikayeyi tercih ederdin?” diye cevap veriyor. Gerçekler acı verebilir çoğu zaman insanlara bundandır ki çoğu zaman kendimizi keşke şöyle olsaydı derken buluruz. O yüzden alternatif hikayelere ihtiyacımız vardır. Burada Socrates’in mutlak bilginin olamayacağı görüşünün yansımalarını görüyoruz.(  Hemen bir film önerisi vermek istiyorum: Rashomon. Sokrates’in mutlak bilginin olamayacağı görüşü üzerine güzel bir film. Japon yönetmen Akira Kurusowa filmi. Rashomon’da da insanların inanmak istedikleri hikayeyi kurguladıklarını görebiliriz.) Pi’nin küçük yaşlarda yaratıcıyı bulma çabalarına dinleri sorgulamasına boşuna değinilmemiştir. Bu sorgulamaları yaparken mucizevi hikayelerle karşılaşmıştır. Bu hikayelerin aslında daha farklı olabileceklerini insanların onlara mucizevi  olaylar yüklemiş olabileceğine vurgu yapılıyor. Belki de Buda ormanda günlerce yemeksiz susuz kalmıyordur. Belki de normal bir insandan daha az yiyordur ancak bu hikaye anlatılırken efsaneye dönüştüğünü görüyoruz. İnsanların bunları duymaya meyilli olduklarını göstermeye çalışıyor film bize.

Sonuç olarak, filmden hiçbir beklentim yoktu. Aslında bu filmi Murat Yılmaz ele alacaktı. Yazdığı yorumu değerlendirmem için filmi izlememi istedi. Hiçbir beklentim olmadığı film beni etkiledi diyebilirim. O yüzden birkaç şey karalayım dedim. Murat bu filme başka açıdan yaklaşmış belki ilerleyen günlerde onun da yazısını görebiliriz.

Yeni yazılarda görüşmek üzere…