Sayfalar

23 Mart 2013 Cumartesi

Sinemamın 'En'i Ingmar Bergman

Ingmar Bergman beni tanımıyor. Onu daha önce hiç görmedim. Kendisi hayali bir karakter. Hayalimin bir parçası. Genellemesinin bir noktasıyım. Gereksiz sorular soruyorum. O yüzden Tarkovsky en iyisi diyor. Yalan olduğunu biliyor diyor. Yorumlanmak istemiyor. Sanki eski haşerelerden değilmiş gibi davranıyor. Utandırmalıyım onu. Bilmeli Fårö'den sonra kalanları. Kalanların dipsizliğini.

Bir Genç Bergman 

Bilinen adıyla İskandinav ırkının ve muadillerinin ortalama üzeri donatılara sahip olduğu düşüncesi solunda durduğum bir kanı. Düşünsel ve şekilsel olarak daha dolu objeleri çağrıştırdıkları (kastedilen %80'i hava gazı olan cips poşedi değil), üstelik kendilerinin bu çağrışımları küçümsediği, ve bu hengamenin (düzen denilen şey) daha ortasında durdukları, fiilsel ve mantıksal bağlamda kavram sirkülasyonumda sanrılanan bir olay. Beni kandırmayı başardılar. Kim bilir ne cevherler mevcut kendilerinde, ama benim aymazlığım, senin avcılığında birleşmeyecek. Çünkü o da hiçbir şeyden emin değil. Yönetmenimizi kast ediyorum burada. Ah düzen karşıtları bir bilseler, yaşamak bile istemezler. (... Bilseler?)

Uzaydan İskandinavya

O da böyle bir kanla, böyle bir kodla, böyle denen bir böylesizlikle uzandı dünya denen densizliğe. Sebepleri vardı densizliğin. Babası papazdı bir kere. Kardeşi vardı bir de. Sevmiyordu onu. Öldürmek istedi. Fiilen yapamazdı. Yapsaydı da öyle bir öldürmek değildi istediği. Aradığı bulamamak, bulduğu istememek, istediği görememek... Sorgulayan bir beyin, o sırada Dünya Savaşları. Hani şu 3.'sü mezelenen. Dünya adamı olmayı, o zamanlar arzuluyor olmalı.

Daha 17, 17, 17

Gençliğinde haşır neşir olabilmiş teknolojiyle. İşte İskandinav olmanın avantajları. Genellersek... Bazılarına göre dezavantaj bile değil. Şımarık bir genç adam. Seçilmiyor diye Stockholm'e, daha da hırslanıyor, tiyatroya gönül veriyor. Bu onun imzası, onun tanımsızlığı, onun şaşaasını simgeleyecek. Belkiliyor, ama olacak Bergman, biliyorum, beni tanımaya başlamanı istiyorum. Öğrenmek iyidir diyeceğim ben de şimdi. Öğrendiklerin seni anlattırıyor insanlara, bilenlerden. Acıyor okuyucu, çoğu bakımdan.

Tiyatro - sinema işbölümü ayrımını kendince oturtmaya başlıyor. Kierkegaard'ı bu zamanlar tanıyor. Mercault oluyor. Sartre inceliyor. Dostoyevski içiyor. Shakespeare tadıyor (Bu yönüyle Kurosawa'ya yakınlık duyacak). Lirik üslubunu sahipleneceği Alf Sjöberg'i takip ediyor (Üstelik her gün ÜÇ ÖĞÜN yemek yiyor bu adam. Ufaklıklara süblümünik mesajlar). Savulun, sinemanın filozofu kendini yetiştiriyor, aranan kan yolda geliyor.

Bergmankopter

Bilmek güzeldir. Ingmar Bergman kariyerinde 67 film yönetmenliğine imza atmış, sinema için 70 tane değerlendirilen senaryo yazmış, 14 yapıtta aktör olarak boy göstermiş, 11 filmin prodüktörlüğünü üstlenmiş, üretken bir insandır. Yapısı gereği olsa gerek, büyük bir tutkuyla işine bağlanmış, bu bağlam ve bağlılıkla 'mütefekkir' sıfatını da sonuna kadar hak etmiş, aşılması çok zor bir yönetmen portföyü çizmiştir. Bazı insanlar çok özeldir, bazı insanlar bunu umursamazlar. O umursamayanların kanadına yuvalamaya çalıştı. Sorgulamanın anlamsızlığının diretmemek olduğunu anlıyordu. Ama onun da sorunu, bu oyuna kendini kaptırmış olmasıydı. Kendini beğenmiyor, diğerlerinden ise nefret ediyordu. Çok aksi bir adam olarak tanınır. Budur.

Det sjunde inseglet (1957) Sorguluyor, bilemiyor, düşlüyorum

Filmlerinde çeşitli imgeleri özellikle kullanır. Kullandıkları, tarzı olan bütün insanların bağlılıklarıdır. İmajsız fert yoktur zaten. Kadınları sever, sayar. Hayatı boyunca binçok kadınla beraber olmuştur (Abartı testinin neresinde?). İnanılmaz. Rol model. Her bakımdan. Liv Ullmann'ı, Bibi Andersson'u, Ingrid Thulin'i, Harriet Andersson'u kullanmayı sever. Onlardan çok etkili biçimde yararlanmıştır. Freud'u haklı çıkartmıştır. Oldukça bilimsel. Sanmıyorum ki, herhangi bir yönetmen Oidipus kompleksini bu kadar iyi taşıyabilsin (Dolaylı olarak. Belki Antonioni). Yakınsıyor kusursuzluğa.

Liv Ullmann - Bergman'ın her anlamda gözbebeklerinden

İnsan psikolojisine çok önem vermiştir. Determinizmi (Gerekircilik), Laplace'ın Şeytanı'nı (Evrenin ve kainatın bütün bir geçmiş ve geleceğini bilen sanal bir varlık mevcuttur görüşü) kıskandıracak kadar irdelemiştir. Hareketleri anlamlandırabilmek için, hesap etmek gereklidir. Ki bu onun en iyi özelliklerinden biridir. Ki, bu yetenek bir yönetmenin olmazsa olmazı, donatılmaması caiz kabul edilmeyen yazgısıdır.

An. Zaman kavramı onun için çok değerlidir. Görece zamanı, görece algılatır. Duvar saatlerinin tıngırtıları onunla fenomen kazanır. Saatler yalnızlık, karamsarlık, çaresizlik ve umudun sessiz vurgularını, sesli çatırtılarıyla bozar. Onlara başka bir biçim verir. Bu biçime insan kavuşamaz. Sarılır. Her saniyeye bir anlam katmalı.

Wild Strawberries - Rüya Sekansı

İnsan yüzüne çok önem verir. Seçtiği oyuncularda hissi aktarabilme içgüdüsünü kullanabilme raddesine bakar. Gariptir ki sıkmaz. Küçük hilelerle, örneğin bir Bach fügü ile olayı kotarır ya da derinliğin öncesinde, konu hakkında ufak bilgiler vererek izleyiciyi olaya hazırlar. Biteviye, defalarca çeker seyirciyi.

Persona - Afişi Hisset

Aslında Bergman hakkında ne söylense az. Onu izlemek ve hissetmek size önerebileceğim en faydalı egzersizler. Kendisi hayatı boyunca istediği bir işte, istediği bir hayatı hüküm sürdü. O, şanslı insanlardan biriydi. Dehasını ve zamanını verimli kullandı. Çorak düşüncelerinizin altında ezilirken, başkalarına imrenenler her zaman ötekileştirilecek. Bergman'ın belirsizliği ve aslında çaresizliği resmedişi insanoğlunun sabrını olağanca sınırsızlığı ile zorluyor.

Kendisi bolca eleştirildi de. Sanat filmi yaptığını söyleyenlerin piyasaya çıktığını, zamanında İsveç'ten gönüllü sürgün ile gençliğinde 1-2 yazını harcadığı Almanya'ya dönüş yapmak zorunda kaldığını belirtmeden de geçmeyelim. İnsanın olduğu yerde sorun vardır. Ve burada kimin haklı olduğu benim konum değil, aslında ilgi alanıma girmiyor. Hiçbir şey ilgi alanıma girmemeli. Aslında onun hakkında sayılamayacak kadar methiyeler de düzüldü. 9 defa en iyi yönetmen Oscar'ına aday gösterilen Ingmar'ın, 3 kez En İyi Yabancı Film Akademi Ödülü almak üzere, 71 ödül ve 18 adaylık ile taçlandırıldığını da unutmayalım. 2005 yılında TIME dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilmesi onun yaşadığı en büyük onur, sevenleri için haklı bir gurur olmalı.

Tam adı Ernst Ingmar Bergman

18 Mart 2013 Pazartesi

SİNEMA HAKKINDA ALENGİRLİ, YAKIŞIKLI TEFSİR MEALİ

Hayatta çeşitli şeyler hedefler insan. Kabaca insan. Çoğunlukla gözyaşı, acı varyasyonlu fiiller ve bu fiillerin yaşanmamışlıklarının vermiş olduğu sinir bozuklukları ve bu raddede onları algılayamayan diğer insanlar. Diğer insanlar bilir sanki. Biliyorlar ne kadar boş olduğunu umutlarımın. Sanki benden saklıyorlar, bilmediklerini bildiğimi saklıyorlar benden.

Bruno Amadio - Ağlayan Lanetli Çocuk (1980)

Ölmek adına yaşasak da, burada bunların hiçbiri önemli değil. Burada sinema konuşulacak. Burada kendimizi kandıracağız. Bizi kanıksayacaksınız. Kullanacak, değerlendireceksiniz. Temiziz çünkü. Şimdilik temiziz.


Tertemiz bir kız çocuğu

Sinemayı bilmezdik uzun yıllar önce. Hatta, doğumdan hemen önce. Hatta, hemen sonra. Hatta, yarın. Öğreteceğiz yine de bildiklerimizi. Bu bozuk düzenin, bozuk pikapları olarak bizler, 45'e gelmeden 45'lik dinleteceğiz sizlere, yol göstereceğiz. Yol yordam öğreneceğiz, şaşırtmanızı istiyoruz bizi. Sinemayı bilmezdik uzun zaman önce. Merhabalar, bizler yılmaz bekçileriyiz, kalleşliğin. Bizler bozuk düzenin, güzel tinercileri. Sesleniyoruz sizlere. Konumlandırın bizi, binlerce kere. Konumlandırın bizi, ayaklarınızın üstünde.

Salvador Dali - 0 (bir)

Sinema nedir? Tanımlamalar hep eksiltir yüceyi. Bilmelidirler ki, eksik olduğu için vardır o da. Kusursuzu arayış değil, reddediş çabasıdır. Doğrulardır, eğrilerdir. Sinema, bir iş koludur. İşsizleri belirleyemez. Kendi başına bir hiçlik. Arayış, bulamayış, kavrayış. Tamamen subjektif. Subjeleri, kadraja eletme işlemi. Farkındalık katma şımarıklılığı. Anladığındır sinema, ya da herhangi bir yorum.

İnsanlar istisnasız belirli bir çabanın timsali olmak için afet-i devran yaratmaktadır, reddetmektedirler doğal afeti. Şırıldayan su onlar için, bulanık çukurdan yeğdir. Korkarlar. Korkaklığının krokisini ise lâlettayin dayatırlar. Gel de bunlara laf anlat, 7. Sanat. Konuştu benimle sinema, ve açtı bana kendini. Beni tanımlamayın, o zaman yücelirim ben. Değişimin zamanı geldi de, geçiyor bile.

Varsayılıyor ki Lumière Kardeşler'in 1895'de Grand de Cafe'sinde bir gösterisinde parladı bu sanat dalı (Beyim sanat bulduk). O ilk filmde bile ayrışma vardı (Ayrılın beyim). Lumière, Fransızcada ışık anlamına gelir. Ne kadar da uyumlu! Bir sanat dalı için şatafatlı değil ama gerekli bir uyum. Sinematografi ile ışığın ilişkisi, Pink Floyd - Müzik, Dostoyevski - Roman, Shakespeare - Sen Nesin Be Dayı or Sen Nesin not to Be Dayı, çağrışımlarına benzetilebilir (Olmazsa olmazdır). Babaları fotoğrafçı olan Lumiere Kardeşler, o zamanlar buldukları ve sinematografi adını verdikleri icatlarını pazarlamaya pek meyilli değillerdir. (Sinemayı buldunuz beyler, size saygımız sonsuz ama) İcatlarının sömürüleceğinden, kullanıp atılacağından korkmaktadırlar. (Cık, vermem, vallahi vermem) Çeşitli işletmeciler, o efsanevi Grand de Cafe gösterisinden sonra bu işin ucunu bırakmaz (Şimdiki sanıyla, FİLM ŞİRKETLERİ). Bu müteşebbislerin olaya en olur veriri, en sahipleneni ve CASANOVA'sı Georges Méliès çeşitli mektuplaşmalarla kardeşlere ulaşır ve 'ışık'çılardan ürünü pazarlamayı talep eder (' ' Herhangi bir sahnede silah gösteriliyorsa, mutlaka patlar. Unutmayın.). Işıkçılar, şey yani kardeşler, artık cimriliklerinden midir (ben buldum, ben buldum), hayat felsefelerinden midir (Fransız da mantık aranmaz(!), şakirtliklerinden midir bilinmez, bu Georges Méliès dostumuza bildiğin posta koyarlar (Kapitalin tadı sıcaktır). Hah, öyle desene der kardeşler, meğer sanat aşkı değil, sonu aydınlık bir yolmuş aradıkları (Korkak, bencil, uyanık adamın tekisin Tayyar. Hayvanımsın da.). Sayılırlar, sevilirler ajandalarda. Çiçekler atılır mezarlarına, saniyede 24 kere dua edilmeli onlara. Söylemeliyim ki, devinimi  kötüleyeni tarih, mucidi körükleyenleri de rahip tokatlar. Dinlenme zamanı.

Lumière Kardeşler

Lumiere Kardeşler Sinematografinin Kullanılışı

Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Doğruluk payı umrumda olmasa da, genellemeyi sezemesem de böyle derler. Nefret ettiğine, iyi davran. Örnek al, uygula hatta. Onlara bak ve sil. Davranışların köreltsin amacını. Olmadığını öğrendikten sonra mutlu olmayacaksın. Beri zamanda Hegel vardı, Marx'a determinizmin ortasını açtı ya da gol yapılan yozlaşan Diyalektik Materyalizm oldu (Ve Herakleitos) (Her şey akar). Nedensellik der ki, sınıfları reddetme, birliğe giden yoldan birlikte geçilmez.

PINK FLOYD - Atom Heart Mother - Ruhun Atış Poligonu Becerisi

Klasisizm, Romantizm, Realizm, Natüralizm, Sembolizm, Sürrealizm, Egzistansiyalizm. Gelişimin edebi tayfı. Görünenin sanılan aksi. Bağımsız sinemalara değinmek istiyorum. 0. Bu rakama saygı duyun. Artılamanızın silüetini görmek isterseniz, size yardımcı olacaktır.

KESTİK!!!?

17 Mart 2013 Pazar

Life of Pi ve Gerçeklik Algısı


Life of pi.. Ang Lee bu sene düzenlenen Oscar ödül töreninde ikinci defa en iyi yönetmen ödülünü aldı. Daha önce Brokeback Mountain ile bu ödülü almıştı Tayvanlı yönetmen. Neyse oscarı boş verin o kadar da önemli değil. Değerlendirmeye başlamadan önce yazımda filmle ilgili filmin sürprizini bozan bilgiler vereceğimden filmi izlemeyenler dikkat.

Hemen bir parantez daha açayım film aynı adlı kitaptan uyarlama ancak kitabı okumadığım için yazı film özelinde gelişecek.

Hayvanat bahçesinde doğup büyüyen Pi’yi erken yaşlarda kendisini yaratıcıyı arama çabasındayken buluyoruz filmin başlarında. Annesinden Hinduizmi, rahipten Hristiyanlığı, Müslümanlardan İslamı öğreniyor , mucizevi hikayelerini dinliyor.

Ang Lee filmde sürekli sonradan olacak olaylara gönderme yapıyor. Buna yazının devamında değineceğiz.

Pi ergen yaşlarına geldiğindeyse bu sorgulamalar azalıyor bir kıza aşık oluyor. Tam o sırada babasının işleri kötü gidiyor. Hayvanat bahçesindeki hayvanları satmak için Kanada’ya gitmeye karar veriyorlar. Japon firmasıyla anlaşıp yola koyuluyorlar. Kuvvetli bir fırtına sonrası gemi batıyor ve filikada Pi, zebra, orangutan ve sırtlan kalıyor. Bundan sonrası Pi’nin hayatta kalma çabasına dönüşüyor. Sırtlan ayağı sakat olan zebraya saldırıyor. Ardından orangutanı öldürüyor tam bu sırada kaplan ortaya çıkıp sırtlanı öldürüyor. Aşçı, hizmetli, bahçıvan, uşak ilişkisi gibi biraz. Kaplanla baş başa kalan Pi bilmem kaç gün yaşam mücadelesi veriyor.

Bu Pi’nin bize anlattığı ilk hikayesi. Japon firmasının çalışanlarına anlattığı hikaye ise daha farklı. Aslında filikada kalan sakat ayaklı zebra denizci, sırtlan aşçı, orangutan ise annesi. Demiştik ya filmde sonraki sahnelere göndermeler var diye. Sırtlan orangutanı öldürdüğünde kaplan ortaya çıkıyor. Yani Pi’nin aşçıyı öldürmesi kaplanla temsil edilmiş. (ki filmin başındaki pi-kaplan ilişkisini hatırlayalım yerinde olmuş bu benzetme, kaplan orangutan öldüğünde ortaya çıkıyor.)

Bundan sonrası Pi’nin yaşam mücadelesi değil Pi’nin içindeki başka kendisini kabullenme çabaları. Kaplanı evcilleştirmek istemesi aslında kendisinin “içindeki şeytanla” barışmak istemesidir. (İçindeki şeytan diyorum filmin sonunda Pi o yanından böyle bahsediyor.)

Şimdi o esrarengiz adaya geliyoruz. Ada gündüz çok cömertken geceleri tam bir öğütücüye dönüşüyor. Gündüz  Pi’nin aydınlık tarafını cömertliğini yardımseverliğini , gece ise karanlık kötü tarafını temsil ediyor. Eğer Pi bir şey yapmazsa bu tarafının ,gece-karanlık, diğer tarafını öldüreceğini fark ediyor ve adayı terk ediyor.

Yolculuk boyunca yanında bulunan kaplan Meksika sahiline geldiğinde Pi’den ayrılıyor. Her ne kadar o tarafını başta kabullenemese de sonrasında barışıyor. Onun sayesinde hayatta kalıyor belki de. Artık toplum içine döndüğünde ise o tarafına veda edemeden onu bırakmak zorunda kalıyor. Buna üzülüyor her şeye rağmen.

Filmin sonuna gelindiğindeyse Pi’nin yaşamını yazacak olan adamın Pi’ye aslında ikinci hikayenin doğru olduğunu söylediğinde Pi: “ Sana bir şey soracağım. İki hikayede de gemi batıyor, nasıl battığı bilinmiyor ve benden başkası hayatta kalmıyor. Bu iki hikayenin doğruluğunu ve yanlışlığını kimse ispatlayamaz. Peki sen hangi hikayeyi tercih ederdin?” diye cevap veriyor. Gerçekler acı verebilir çoğu zaman insanlara bundandır ki çoğu zaman kendimizi keşke şöyle olsaydı derken buluruz. O yüzden alternatif hikayelere ihtiyacımız vardır. Burada Socrates’in mutlak bilginin olamayacağı görüşünün yansımalarını görüyoruz.(  Hemen bir film önerisi vermek istiyorum: Rashomon. Sokrates’in mutlak bilginin olamayacağı görüşü üzerine güzel bir film. Japon yönetmen Akira Kurusowa filmi. Rashomon’da da insanların inanmak istedikleri hikayeyi kurguladıklarını görebiliriz.) Pi’nin küçük yaşlarda yaratıcıyı bulma çabalarına dinleri sorgulamasına boşuna değinilmemiştir. Bu sorgulamaları yaparken mucizevi hikayelerle karşılaşmıştır. Bu hikayelerin aslında daha farklı olabileceklerini insanların onlara mucizevi  olaylar yüklemiş olabileceğine vurgu yapılıyor. Belki de Buda ormanda günlerce yemeksiz susuz kalmıyordur. Belki de normal bir insandan daha az yiyordur ancak bu hikaye anlatılırken efsaneye dönüştüğünü görüyoruz. İnsanların bunları duymaya meyilli olduklarını göstermeye çalışıyor film bize.

Sonuç olarak, filmden hiçbir beklentim yoktu. Aslında bu filmi Murat Yılmaz ele alacaktı. Yazdığı yorumu değerlendirmem için filmi izlememi istedi. Hiçbir beklentim olmadığı film beni etkiledi diyebilirim. O yüzden birkaç şey karalayım dedim. Murat bu filme başka açıdan yaklaşmış belki ilerleyen günlerde onun da yazısını görebiliriz.

Yeni yazılarda görüşmek üzere…